AKP’nin Kürt sorunu politikası:Bir adım ileri, bir adım geri

Türkiye’nin bugün sıklıkla hatırlanan ‘90’lı yılları hepimizin belleğine “Kürt Sorunu yılları” olarak kazındı. Bu dönemde bir “bölücülük” sorunu olarak kavranan Kürt sorununun çözümü, bu kavranışa uygun bir biçimde tamamen askerî otoritelere devredildi. Sorunun askerîleşmesi boyutlarının büyümesiyle doğru orantılıydı. Nitekim, PKK’nın ilk eylemlerini gerçekleştirdiği ‘80’li yıllarda hem sivil hem de askerî otoriteler, meseleyi ufak tefek önlemler alarak başedilebilecek birkaç çapulcunun yarattığı karmaşa olarak görüyorlardı. Askerî ve sivil otoritelere göre, Türkiye’nin terör sorunu bakîydi ve Türkiye devleti terör ile başetme konusunda deneyimliydi.

Oysa meselenin bu kadar da basit olmadığı ‘90’lı yıllarla birlikte ortaya çıkacaktı. 1980’li yıllarda devlet elitleri tarafından “birkaç terörist” olarak etiketlenen PKK, ‘80’li yılların sonlarına gelindiğinde o kadar güçlenmişti ki, bu güçlenmeye doğru orantılı olarak, devletin bölgedeki gücü ve kontrolünde hızlı bir düşüşe yol açtı. Dolayısıyla, bu durum ‘90’lı yıllarda PKK ile mücadelenin ilk dönemlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) hâkim olan kendine güven ve düşmanı küçümseme halini radikal bir biçimde değiştirdi. Bu radikal değişim beraberinde teknik ve stratejik düzlemde pek çok düzenlemeyi getirmiş olsa da, en önemli sonucu yaygın ve ağır insan hakları ihlâlleri ve askerî otoritenin zaten geniş olan otoritesinin iyice genişlemesidir. Tam da bu iki eksen üzerinden ‘90’lı yıllar Türkiye demokrasinin utanç yılları haline gelecekti.

2000’li yılların başlarında Kürt sorununa dair esmeye başlayan rüzgâr, ‘90’lı yılların karamsar havasını bir nebze de olsa dağıtacaktı. Bu durumun değişmesinin en önemli nedeni hiç kuşkusuz 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte Türk askerî-siyasî elitlerine hâkim olan “askerî zafer” duygusudur. Bu duygu “iç tehdit” algısının zayıflamasına ve siyasî otoritenin askerî otoriteyle hesaplaşmaya başlamasına neden olacaktır. Fakat bundan daha önemlisi, bir siyasal aktör olarak 28 fiubat süreci ve sonrasında askerî otoritenin mağduru olmuş kadrolar tarafından kurulan AKP’nin, 2002 yılında önemli bir seçmen desteğiyle seçimleri kazanması ve parlamentodaki sandalyelerin yüzde 65’ini alarak 11 yıl aradan sonra Türkiye’nin ilk koalisyonsuz hükümetini kurma şansını yakalaması olacaktır. Bütün bunlara AKP’nin özellikle iktidarının ilk yıllarında, 1963 Ankara Anlaşması’ndan beri hiçbir hükümetin başaramadığını başarmak konusundaki yoğun isteğinin sonucu olarak Avrupa Birliği’yle (AB) uyumun “iç meselelerin” önüne geçmesini ve AB müzakere sürecinin gerektirdiği demokratikleşme çabasını da eklemek gerekir.

Bir adım ileri: Sivilleşme

28 fiubat süreciyle Türkiye’de demokrasinin oynanan tek oyun olmadığı konusunda bilgi ve deneyim sahibi olan AKP, seçim başarısını siyasal alanda devam ettirebilmek için yalnızca kendi seçmenlerinin desteğinin yetmeyeceğini, gerçek bir siyasal iktidar kurmak istiyorsa, bunun aynı zamanda askerî otorite ile hesaplaşmak anlamına geldiğini biliyordu. Bu ilk seçim zaferinden başlayarak AKP’nin askerî otorite ile hesaplaşması iki temel eksen izledi. Bunlardan ilki, geniş bir demokratikleşme şemsiyesi altında ve AB’ye entegrasyon süreci çerçevesinde askerin yetkilerinin sınırlandırılmasıdır. AB projesine eklemlenmek, AKP’nin siyasî projesini, askerî elitlere karşı hem ulusal hem de uluslararası alanda güçlendirdi.1 Bu süreçte AKP öncelikle, Millî Güvenlik Kurulu’nun bileşimini, yetkilerini ve kompozisyonunu değiştirdi ve ‘90’lı yıllarda sivil siyasetin üstünde bir yer edinmiş bu kurumu karar alıcı bir yürütme organı olmaktan sadece tavsiye veren bir organa dönüştürdü.2

AKP’nin askerî otoriteyle hesaplaşabilmesini mümkün kılan bir diğer dönüşüm ise Kürt meselesinin sivilleşmesi ve sivil siyaset içinde çözülmesine yönelik atılan adımlardır. Kuşkusuz bu ilk dönemde AKP’nin Kürt meselesinin siyasî çözümü konusunda adımlar atmasının yegâne nedeni askerîn yetkisinin kısıtlanması isteği değildir. Ama, Kürt meselesinin sivilleşmesinin askerîn sivil siyasetteki rolünün azalmasıyla doğru orantılı olacağının fark edilmesi, bu meselede atılan adımların temel nedenlerinden biridir. Nitekim, AKP iktidarının bu ilk dönemlerinde, AKP elitleri ve askerî otorite arasındaki temel kamusal tartışma Kürt meselesinde partinin aldığı “yumuşak” tutum üzerinden olacaktır. Her ne kadar AKP’nin Kürt sorununa dair kapsamlı bir planı olmasa da, tedricen ve ufak adımlarla soruna siyasal bir çözüm bulma hedefinde olduğu da görülmekteydi. 2002-2003 yılları arasında yaşanan görece şiddetsiz dönemde, hem insan hakları alanında hem de Kürtlerin siyasal talepleriyle ilgili olarak mütevazı, ama önemli adımlar atıldı.3 AKP elitleri sorunun yeniden askerî alana dönmesinin her şeyden önce askerin sivil siyasetteki elini yeniden güçlendireceğinin ve bunun da kendi iktidarlarının sınırlandırılması anlamına geleceğinin açıklıkla farkındaydılar.4 Kısacası, bu ilk dönemde, AKP’nin AB projesiyle kurduğu siyasal ilişki bir yandan askerî otoritenin yetkisinin “sivilleşme” gündemi altında doğrudan sınırlandırılmasını sağlarken, bir diğer yandan askerin yetki alanını genişletebilmesini mümkün kılan Kürt meselesinin siyasal alana çekilmesi askerî elitin siyasal alandaki etkisinin dolaylı olarak azalmasına yol açtı.

2005’te, AKP’nin ilk üç yılını saran iyimser hava değişmeye başlasa da tamamen kaybolmayacaktır. Kıbrıs’ta Annan Planı’nın reddedilmesi, Türkiye’nin AB ile ilgili ümitlerinin azalması bu iyimser havanın dağılmasının önemli birer nedeniyken, bir diğer önemli neden Kürt sorununun sokağa ve kentlere inmesi olacaktır. Mersin’de bayrak yakıldığı haberiyle başlayan sokak gösterileri Kürtlere yönelik büyük bir öfke seline dönüşecek, 2005 yılı Türkiye tarihinde en fazla Kürtlere yönelik linç girişimlerinin yaşandığı yıl olacaktır. Aynı yıl fiemdinli’deki bir kitapevi sonradan asker olduğu tespit edilen kişilerce bombalanacaktır.

Bu dönemde, AKP’nin siyasal iktidarının konsolide olmasının Kürt sorununun normalleşmesinden ve siyasetin sivilleşmesinden geçtiğinin bütün taraflar artık farkındadır. Hem yandaşlar hem de karşıtlar demokratikleşmeyi bu anlamda “stratejik” bir mevzi savaşı olarak kullanmaya başlamışlardır. Askerî otorite ve CHP muhalefeti demokrasiyi “laiklik” üzerinden okurken, AKP demokrasiyi “sivilleşme” üzerinden okumaktadır. Bundan sonraki döneme bu iki demokrasi algısı arasındaki çatışma damgasını vuracaktır. Gerçekte her iki taraf da demokrasiye dair bütünlüklü bir programa sahip değildir; sahip oldukları, kendi güçlerini konsolide etmek için gerektiği kadar harekete geçirilen parçalanmış bir stratejik demokrasi talebidir. Bu stratejik demokrasi talebi işlemediği ya da işlevini tamamladığı noktada her iki taraf da demokrasi dışı yöntemlere başvurmakta beis görmeyecektir.

2005-2007 yılları arası askerî elit ve AKP arasındaki güç savaşının en keskin olduğu yıllar olarak görülebilir. 2007’de Nokta dergisinde yayınlanan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in günlükleri AKP’nin siyasal konsolidasyonundan rahatsız olan askerî elitin pek çok darbe planladığını, ama çeşitli nedenlerle bunları gerçekleştiremediğini açığa çıkaracaktır.5 Aynı yıl, AKP yine askerî elitin zorlamasıyla sıkışan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini mevcut parlamentoda yapmayacak, Cumhurbaşkanını seçecek meclisi seçmek üzere yeni bir seçim çağrısı yapacak ve bu seçimleri büyük bir farkla ve eskisinden daha güçlü bir biçimde kazanacaktır. AKP’nin kazandığı bu zafer artık yeni bir dönemin işaretidir. 2007 sonrası, Türkiye askerlerin darbe yapmaya teşebbüs suçundan yargılanmasına tanıklık edecektir. 2008 yılında başlayan Ergenekon duruşmaları bu dönüşümün en önemli işareti olarak okunabilir.

Bir adım ileri, bir adım geri: Kürt açılımı

2009 yılına gelindiğinde, Türkiye’de siyasal iktidarın “sivilleşme” konusunda epeyce önemli bir mesafe katettiği söylenebilir. Tam da bu nedenle, AKP nezdinde Kürt sorununun çözümünde yeni bir siyasal strateji uygulayabilmek mümkün hale gelmiştir. Nitekim, yukarıda da ifade ettiğim gibi, Kürt meselesinin askerî alana çekilmesi, AKP siyasal elitlerinin de son derece farkında olduğu gibi, askerin siyasal gücüyle hesaplaşılamaması sonucunu doğuracaktı. Dolaysıyla, AKP Kürt meselesinin çözümünde öncelikli olarak askerî otoritenin denetim altına alınmasını beklemiş, ancak böylelikle bu sorunda bir taraf ve bir siyasî özne haline gelebileceğini düşünmüştür. Fakat, bu taraf olma haline egemen olan, son kertede sorunun temel siyasî öznesi olarak bizzat kendisini görme halidir. Bugüne kadar siyasî otoriteler karşısında kendi siyasî özneliğini tesis etmeye çalışan AKP Kürt siyasî aktörlerinin siyasî özneliğini tanımak konusunda son derece çekinik davranmıştır.

Bu genel yaklaşıma paralel olarak, 2009’da Kürt açılımını ilan eden AKP ne bu hususta önemli Kürt siyasal aktörlerinin kamusal olarak fikrini almış ne de reform programının temel unsurlarını kamusal olarak tartışmaya açmıştır. Ayrıntıları hiçbir zaman tam olarak kamuoyuyla paylaşılmamış bu planın en önemli unsurlarından birinin çatışmalara katılmamış PKK militanlarının dağdan dönmesi ve daha sonra affedilmesi olduğunu biliyoruz. Fakat, ayrıntıları paylaşılmayan ve kamuoyunun yeterince hazırlanmadığı bu plan daha ilk uygulamaya geçirildiği anda geri tepmiştir. Açılımın ilan edilmesinin hemen sonrasında, ilk PKK’lı grubun Habur kapısından giriş yapmasına yıllar boyu milliyetçi reflekslerle şişirilmiş kamuoyunun tepkisi sert olacaktı. Habur kapısından giren PKK’lıların kalabalık bir Kürt nüfus tarafından “zafer” nidalarıyla karşılanması buna gelen tepkiler yüzünden geri tepecek, bir sonraki seçimlerdeki milliyetçi reflekslerin kendisine kaybettireceği oydan korkan AKP Kürt meselesinde açtığı kapıyı aynen geri kapatacak ve bir kez daha Kürt meselesinin çözümünü kapalı kapılar arkasına taşıyacaktı.6

Bundan sonraki dönemde birbiriyle çelişkili gözüken, ama stratejik olarak AKP’nin siyasî hedefleriyle ve popülist siyasetiyle uyumlu iki gelişmeden söz edilebilir. Bunlardan ilki MİT ve PKK yetkilileri arasında Oslo’da gerçekleştirilen müzakere sürecidir. Bu müzakere süreci son kertede AKP’nin Kürt meselesinde siyasî çözüm yolunu kapatmayı göze alamadığını göstermektedir. Ama öte yandan, AKP Kürt sorununun yasal partisi BDP’yi muhatap almamış, başka bir düzlemde de olsa müzakere sürecine kendilerini katmamıştır. Aslında, bu durum AKP’nin seçmen düzeyinde Kürt sorununun temel muhatabı olarak kendisini görmesi ya da başka bir aktörü kendi eliyle Kürt sorununda meşru siyasal aktör olarak kurmaktan imtina etmesiyle yakından ilişkilidir. AKP “Kürt sorunu çözülecekse, onu da ben çözerim” demekte ve bu durumun olası kazanımlarını seçim siyasetinde rakibi olarak gördüğü BDP ile paylaşmaya kesinlikle yanaşmamaktadır.

Bu dönemde ortaya çıkan ikinci önemli gelişme ise Türkiye siyasî gündeminde Kürt sorununa dair yeni bir sayfa açacak olan KCK davalarıdır. KCK davaları AKP’nin sorunu “şiddete başvurmadan demokrasi yoluyla çözme” şiarıyla ilk elden uyumlu gözükmektedir. Bu şiar aynı zamanda, Kürt açılımının daha da defansif hale getirdiği Türkiye kamuoyuna, baskının da hâlâ bir seçenek olarak kullanıldığı ve tamamen yumuşamanın söz konusu olmadığı mesajını vererek seçmen desteğini almaya yöneliktir. Ancak, sonuç itibarıyla bu davalar yargı yoluyla yeni bir baskı rejiminin inşa edilmesine neden olmuştur. Bu baskı rejiminde köy boşaltmalar, gözaltında kayıplar yoktur, ama seçilmiş yöneticilerin yasal partilerinde siyaset yapmasının gayrımeşru ve Kürt meselesinde aktif siyaset yapan aktörlerin yargı eliyle terörist ilan edilmesi söz konusudur. Bu “gayrımeşru siyaset yapan teröristleri” bekleyen son ise gizli delilleri karartabilecekleri iddiasıyla dava sürerken hapse atılmak ve uzun süren, aleyhlerindeki delilleri dahi bilmedikleri bir yargılama süreciyle karşı karşıya kalmak olacaktır.

Bu dışlayıcı ve baskıcı tutum hem Kürt açılımının Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi olarak yeniden adlandırılmasına ve dolayısıyla daha tam açılmadan kapanmasına zemin hazırlamış ve hem de Kürt hareketinin PKK tarafından yeniden militarize edilmesine olanak sağlamıştır.7 Bu gergin siyasal iklim anayasa değişikliklerinin oylandığı 12 Eylül 2010’da yapılan referandumda AKP’nin ciddi bir başarı kazanmasıyla giderek sertleşecektir. Özellikle “eski Kemalist bloğun” son kalesi olarak adlandırılan yargı aygıtını yeniden düzenlemeye yönelik anayasal değişikliklerin referandumda ezici bir çoğunlukla kabul edilmesi, AKP’nin hem Kürt sorununu hem de vesayet sorununu yargı eliyle çözme yönünde zaten ortaya koymuş olduğu iradesini (ve kapasitesini) arttırıcı bir rol oynayacaktır. Hiç kuşkusuz, sorunun yeniden militarize edilmesinde en önemli neden Oslo’da yapılan ve ayrıntıları yine kamuoyuyla tam olarak paylaşılmamış olan müzakere sürecinin 2011 yılında çökmüş olmasıdır. Çöken müzakere süreci ve yasal siyasal muhatapların yargı yoluyla pasifize edilmesinin ardından, her iki taraf da direksiyonu müzakereden “baskı” ve “şiddet” siyasetine doğru kırmış ve Türkiye’nin hem siyasal iklimi hem de siyasal aktörlerin üslûbu “1990’lara geri mi dönüyoruz?” sorusunu sorduracak kadar şiddetlenmiştir.

Bir adım geri: Yeni Kürt stratejisi

12 Haziran 2011 seçimlerine AKP Kürt sorununda 2000’lerin ilk on yılının yarattığı iyimser havayı tamamen ortadan kaldıran sert bir üslûpla girecektir. Sorun artık demokrasi değil, terör sorunudur. Haklar sorunu değil, şiddet sorunudur. Bu dönemde, AKP elitleri artık Kürt sorununun bittiğini, PKK’yı da bundan sonra askerî olarak bitireceklerini, geçmişte olduğu gibi müzakere sürecine girmeyeceklerini açıklamaktadırlar. Başbakan Tayyip Erdoğan ancak yasal ve meşru Kürt temsilcileriyle görüşeceklerini söylerken Kürtlerin yasal ve meşru temsilcisi olarak öne çıkan BDP’yi de “bağımsız ve özerk davranamadığı” iddiasıyla muhatap olarak almayacağını ifade etmektedir. Bu sertleşen üslûp ters tepmeyecek ve AKP Haziran 2011’de yapılan genel seçimlerde daha önceki seçimlerdeki oyunu anlamlı bir biçimde artırarak yüzde 49.9’luk önemli bir seçim zaferi kazanacaktır.

Referandum ve genel seçimlerle birlikte arka arkaya yaşanan seçim zaferleri sonrasında, Kürt açılımı yerini yeni Kürt stratejine bırakmaktaydı. Bu stratejinin en temel ayaklarından biri, yargı/polis aracılığıyla devam ettirilen KCK davalarının akademisyenlere, yazarlara, gazetecilere, avukatlara, kısacası Kürt sorunu konusunda muhalif söz söyleyen bütün muhalif kesimlere doğru genişletilmesiydi. Bu davalarla birlikte, davaların ilk dönemini karakterize eden uzun süren tutuklu yargılama ve açıklanmayan deliller sorunu da hem niteliksel hem de niceliksel olarak genişliyordu.

Yeni Kürt stratejisinin ilk ayağı, etkili bir yargı mekanizmasını muhalifleri denetim altına almak için inşa edip harekete geçirmekse; ikinci ayağı, Kürt sorununun çözümünde yeniden askerî yöntemlere dönmekti. Hükümete göre, bu askerî strateji farklıydı, çünkü askerî olmasına rağmen sivildi. Bir diğer deyişle, sivillerin denetimindeki bir askerî strateji Türkiye’de daha önce denenmemişti. Tam da bu nedenle, hükümet ‘90’lı yıllarda Kürt sorunu üzerinden siyaseti ele geçiren asker sorununun yeniden yaşanmayacağına güveniyordu. Nitekim, genel seçimlerden hemen sonra, 30 Temmuz 2011’de yaşanan Yüksek Askerî fiura krizinde hükümet Türkiye tarihinde ilk kez, askerin sivilleri denetlemesini engellemekle kalmamış, askerî otoritenin kendi iç işleyişine müdahale etmişti. Bu durum iktidar gücünün artık sivillerden yana kaymış olduğunun açık bir göstergesi olarak yorumlandı. Hükümetin ordunun atama kararlarını onaylamaması sonucunda, üst düzey askerî komutanlardan bazıları Genelkurmay Başkanı ile birlikte görevlerinden istifa etti.

Ordunun hükümetin denetimi altına alınmış olması, AKP hükümetini askerî çözüm konusunda hiç kuşkusuz daha cesur hale getirmiştir. Nitekim, AKP iktidarının ilk sekiz yılında ordu ve AKP arasındaki çekişmenin devam ediyor olması, Kürt sorununda bir yumuşama yaşanmış olmasının önemli nedenlerinden biriydi. Bugün bu çekişmenin siviller lehine sona ermesi, “bir de sivillerin yönetimindeki çatışma olasılığını deneyelim” diyen bir söylemi ortaya çıkardı. Bu yeni güvenlik stratejisinin ilk adımları 2011 yılında atılmaya başlandı. Bu dönemde dile getirilen özel yetkili valilik sistemi, temelde olağanüstü halin olağanlaşması ve kurumsallaşması anlamına geliyordu. Bunun yanısıra, dünyada zorunlu askerlik uygulamalarının kaldırılmasına paralel olarak, AKP terörle mücadele edecek birliklerin tamamen profesyonel askerlerden oluşacağını açıkladı. Sözleşmeli er statüsüyle TSK’nın ihtiyaçları doğrultusunda sayıları 30 ila 60 bin arasında değişecek asker alınacağı ve bu askerlerin temelde Güneydoğu’da teröre karşı mücadelede kullanılacağı açıklandı. Diğer yandan, yine hükümetin açıklamalarına göre, özel harekât polislerinin sayısı arttırılacak, polis timleri ağır silahlarla donatılacak ve polis bölgede terörle mücadelede daha etkili hale getirilecekti. Özel yetkili valiler ise polis, sözleşmeli erler ve jandarma birlikleri arasında çıkabilecek koordinasyon sorunlarını çözmede yetkili olacaktı. Yani, hem koordinasyon sorunlarını çözmeyi, hem sivilleşmeyi, hem yerelleşmeyi, hem profesyonelleşmeyi içeren çok boyutlu bir dönüşüm AKP’nin Kürt sorunundaki yeni stratejisi olarak ön plana çıktı.

Mutlak güç fantezisi

AKP’nin ilk dönemlerinde AKP elitlerinin askerî otoriteyle girdiği büyük mücadele AKP’li siyasal elitlerin demokrasi, demokratik kurum ve süreçleri birer stratejik koz olarak masaya koymasına yol açmıştı. AKP’nin demokrasiyle güçlendirdiği, muhafazakârlıkla taçlandırdığı elini iyi oynaması ulusal ve uluslararası desteği arkasına almasını sağladığı ölçüde, askerlere karşı girdiği siyasal iktidar mücadelesini de kazanmasını sağladı. Tam da bu mücadelenin kazanılmış olması, AKP’nin kendisini “devlet katında” yegâne siyasal özne olarak kurmasına yol açtı. Elbette sivil iktidarın siyasal kararları tek başına vermesi demokratik toplumlarda olması gerekendir. Sorun bu anlamda, Türkiye’de yaşanan sivilleşme süreci değildir; sorun, bu sürecin bugün geldiği haliyle “iktidar da biziz, muhalefet de” anlayışına varmış olmasıdır. AKP’nin yeni Kürt stratejisi tam da bu anlayışı yansıtmaktadır. Bu yeni strateji tıpkı daha önceki dönemlerde olduğu gibi, sorunun siyasî olarak meşru muhataplarıyla diyalog içerisinde çözülmesini içermemektedir. Tam tersine, Kürt hareketinin bertaraf edilmesine ve çözüm sürecinde yegâne siyasî aktör ve muhatap olarak AKP’nin kalmasına dayanmaktadır.

Aslında, “muhalefet de biziz, iktidar da” anlayışı muhafazakâr popülist hareketlerin temel siyasî ütopyasıdır. Bu siyasal ütopya “sorunları bir çırpıda çözmeye muktedir” mutlak bir güç fantezisi üzerine kuruludur. Bu güç fantezisinin içinde diyalog, tartışma, eleştiri, farklılık yer almaz; tam tersine, bütün bu unsurlar sadece “sorunların bir çırpıda çözülmesini” engelleyen kendi içlerinde birer sorun olarak görülürler. Bu hareketler, ancak “açlık grevleri” gibi kendi mutlak varlığıyla çözülemeyecek sorunlarla karşı karşıya kaldıklarında sorunun kendi dışındalığını tanırlar. Fakat, bu tanıma durumu dahi geçicidir. Örneğin, bu siyasî ütopyada Başbakan’ın “idam geri gelmeli” demesi aslında gündem saptırmaktan ziyade, “ancak öldürseydik tek muhatap biz olabilirdik” diye hayıflanan bir siyaset fantezisine işaret eder.

Demokrasi tarihi bize demokrasinin hiçbir yerde siyasal aktörlerin, özellikle de siyasal elitlerin, iyi niyetli çabaları sonucu ortaya çıkmadığını göstermekte. Demokrasi hiçbir sınıf/grup ya da partinin talep ettiği şeylerin tamamını dizginsiz bir biçimde gerçekleştiremediği bir durumda ortaya çıkan stratejik bir sonuç olarak okunduğunda, bu mutlak güç algısının hâlihazırda neden Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşmasının önündeki en önemli engellerden biri haline geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

Dipnotlar

1.   Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Ali Resul Usul (2008), “The Justice and Development Party and the European Union: From Euro-skepticisim to Euro-enthusiasm and Euro-fatigue,” Ümit Cizre (der) Secular and Islamic Politics in Turkey. The Making of the Justice and Development Party. London and New York: Routledge, ss: 175–97; Erhan Doğan (2005), “The Historical and Discursive Roots of the Justice and Development Party’s EU Stance,” Turkish Studies 6(3): 421–37.

2.   Linda Michaud-Emin (2007), “The Restructuring of the Military High Command in the Seventh Harmonization Package and its Ramifications for Civil-Military Relations in Turkey,” Turkish Studies 8(1): 25–42.

3.   Political Reforms in Turkey (Ankara: Republic of Turkey Ministry of Foreign Affairs Secretariat General for EU Affairs, 2007).

4.   Evren Balta Paker (2005), “The Ceasefire this Time,” MERIP Online 2005, http://www.merip.org/mero/mero083105.html

5.   Nokta, 29 Mart 2007, 22.

6.   Soner Çağaptay (2009), “‘Kurdish Opening’ Closed Shut,” Foreign Policy, October 28, 2009, http://www.foreignpolicy.com/articles/2009/10/28/kurdish_opening_closed….

7.   Aliza Marcus (2010), “Troubles in Turkey’s Backyard,” Foreign Policy, , http://www.foreignpolicy.com/articles/2010/07/09/troubles_in_turkey_s_b….

PDF »